25 Aralık 2010 Cumartesi

Bir El

Bir el dokundu omuzlarıma
Eskiler anlamazlar,
Yeniler bilmez...
Bir el, dokunurdu omuzlarıma
Ürkek, titrek, bulaşıcı
                      güzel...
Bir el dokunsa omuzlarıma
Ne yapardı bu yürek?
Tersini söylerdi düşlerin...
Bir el dokunmuştu omuzlarıma
Kaldı öylece...

21 Aralık 2010 Salı

Bana Ne Yaptın [Cem Adrian]

Sessiz, yorgun, ağır, gözkapaklarım kapanıyor yine… Yine…
Yıkık, dökük, bu şehrin duvarları birer birer üstüme yıkılıyor yine…Yine…
Kuş sürüleri terk ederken bu şehri, ardında yoksul ve kimsesiz çocuk gibi bırakıyor yine… Yine…
Ve sonbahar sinsice yaklaşarak peşinde köpek gibi bir yalnızlığı üstüme sürüklüyor yine… Yine…
Sözler hep yalan! Yeminleri unut!
Bir veda bir sebepsiz tokat gibi çarpıyor yine… Yüzüme…
Şarkılar yalan! Duyduklarını unut!
Bir hikaye rüzgarın ellerinde savruluyor yine… Yine!
Kestim! Akıttım! Damarlarımdaki kanımda akan o kirli siyah yalanları! Olmadı!
Sildim! Çıkardım! Yüzümden kazıdım yüzüme çizdiğin o siyah derin yazıları! Olmadı!
Kustum! Tükürdüm içimde senden kalan o keskin o acıtan hatıraları! Olmadı!
Söktün! Defalarca diktim o küçük ellerinle açtığın ve sızlayan bütün yaralarımı! Olmadı!
Bana ne yaptın… Ne yaptın… Ne yaptın… Ne yaptın çocuk!
Niye yaptın… Niye yaptın… Niye yaptın çocuk!
Göremiyorum, duyamıyorum artık dokunamıyorum çocuk!
Anlatamıyorum anlatamıyorum artık ağlayamıyorum çocuk!
İnanmıyorum inanmıyorum artık inanamıyorum çocuk!
Bilmiyorum bilmiyorum artık sevemiyorum çocuk!
Ne yağmur, ne kar, ne yüzüme vuran rüzgar, canımı yakan acıtan sonbahar, daha dinmedi çocuk!
Seni silmedi çocuk!
ALEV ALEV YANAN KİRPİKLERİNDEN SAÇILAN KIVILCIMLARINLA BAŞLAYAN
BU YANGIN DAHA SÖNMEDİ ÇOCUK!
Sönemedi çocuk!
Bu viran şehirde, bu viran hikaye henüz bitmedi! Bitmedi bitmedi bitmedi çocuk! Bitemedi çocuk!
Bu aciz şarkılar, bu aciz dualar seni geri getirmedi getirmedi getirmedi çocuk! Dönmedin çocuk!
Bana ne yaptın… Ne yaptın… Ne yaptın… Ne yaptın çocuk!
Bunu niye yaptın… Niye yaptın… Niye yaptın… NİYE YAPTIN ÇOCUK.



Bugün günlerden hiç. Benim adım yok. Kanatlanıyor içimden binlerce siyah kelebek.
Savruluyor rüzgarda yaprak gibi kalbim, uzaklarda bir yerde. Kalbim kayıp.
Karanlığa dokunabiliyor sanki ellerim.
Sadece sesler duyuyorum. Ayak sesleri uzaklardan.
Susuyorum. Sessizlik keskin. Bekliyorum. Beklemek keskin.
Burdan gitmem gerek. Her şeyi unutmam gerek.
Acımıyor bileklerim. Acımıyor hiç! Acımıyor ellerim, avuçlarım. Acıtmıyor hiçbir şey.
Acımıyor tenim, dokunduğun yerler.
Acımıyor artık kalbim. Kalbim.
Sadece sessizce durdum ve öylece izledim bir meleğin ellerindeki ellerimin izlerini.
Sadece sessizce durdum ve öylece izledim bir meleğin ellerindeki kaderimin sökülüşünü.
Sadece sessizce durup öylece izlemek istedim bir meleğin ellerindeki kalbimi.
Sadece öylece durup sessizce izlemeyi istedim, sadece bir meleği sevmeyi.
Hep bir şey eksik gibi ve hep bir şey yarım ve hep bir şey yok artık sanki.
Ne bir isim var duvarlarında, ne de okunabilen bir cümle.
Sadece sessizce durdum ve öylece izledim bir meleğin ellerindeki ölümümü.
Öyle beyaz ve öyle, öyle maviydi ki. Öyle güzeldi ki ve öyle, öyle masum ama.
Öyle yanlış öyle, öyle yanlış ki ve öyle ve öyle çocuk.
Kalbim. Tüm maviler kirli şimdi ve tüm beyazlar utanç içinde ve sadece uyumak,
UYUMAK İSTİYORUM.

18 Aralık 2010 Cumartesi

Unutmak

Hiç bir zaman aksini inkar etmediğim,
Umrumda olmadığı zamanlarda,
Peşi sıra unutkanlık geldi başıma.
O unutkanlık dedikleri çok derin;
Anahtarı unutmak gibi mesela.
İsimlerse zaten bir buhar;
Uçup gider bulduğu en zayıf noktadan...
Zaten ben;
O kadar unutkanım ki;
Unutmamak için arkama bakıyorum
Ve her seferinde,
Sen çıkıyorsun karşıma...

28 Ekim 2010 Perşembe

Günler

uzun geçiyor günler
ve sen, bunun içinde
dahilik eki, yersiz.
günler, hep yağmurlu
ve sis...
sen, bunun içinde
dahilik eki, anlamlı.
her yer sis...
ve yağmur...
günler, yorgun gözler
dönüp, bakar dünyaya
ve sen, bunun içinde.
dahilik eki, umursuz
ve anlamsız.
günler, tek taraflı
sen, bunun içinde
dahilik eki haklı
ve gece...
uykusuz bu gece;
günler, biter diye
ve sen, bunun içinde
dahilik eki, bir rüya
ve soğuk...
günler, kudreti ile
sen, bunun dışında
dahilik, ilahi bir ek
ve inanmak,
eski bir din gibi...

21 Ekim 2010 Perşembe

Vazgeçmeler Ustası [Tuğrul Asi BALKAR]

Dünya kirletilmişse,
Üstünüze sıçramış 
Bir şey vardır mutlaka.
Benimki aşktan bir leke,
Kazındıkça kendini temize çeken
Gizlice. Sürtündükçe kıvılcımlar saçan
Çakaralmaz renk cümbüşü işte.
Ya sizinki?

Ben vazgeçmeler ustasıyım.
Reddedemem önerinizi,
Paylaşalım elbette:
Lekeniz sizde kalsın, 
Ben aşk'ı alırım sadece.

Dünya kirletilmişse,
Üstünüze sıçramış 
Bir şey vardır mutlaka.
Benimki iki soluk arasında
Gelip geçen zaman.
Hangisi ölüm hangisi yaşam?
Ya sizinki?

Ben vazgeçmeler ustasıyım.
Yaşadığınız bir ömür değil mi?
Seçimi siz  yapsanız, istediğiniz sahneyi seçseniz:
İster ilkincisi olsun ister sonuncusu fark etmez ki,
- Başarımızı arttıracaktır provalardaki performansınız -
Artanıyla yetinirim zaten ben, ilk gösteri için 
siz önden buyrunuz  lütfen!

Dünya kirletilmişse,
Üstünüze sıçramış
Bir şey vardır mutlaka.
Benimki korkusuz ve kuşkusuz bir aşk,
Başdöndürücü  ve anısız,
Fısıldaşmaları dalgınlıklara takılı.
Ya sizinki?

Hala anlamadınız mı?
Demiştim:
Ben vazgeçmeler ustasıyım. 
Aşk'ı bana terk etmiştiniz zaten,
Üstü...kalabilir sizde...

2 Ekim 2010 Cumartesi

Sevdiğim İkinci Kadınsın Sen [Ceyhun Yılmaz]

Sevdiğim ikinci kadınsın sen
İlkini sevmeye mecburdum
Çok iyiliği oldu bana
Ve hayatımda hiçbir mecburiyeti onun kadar sevmedim
Sevdiğim ikinci kadınsın sen
İlkinin yerini alman mümkün değil
O öğretti bana sevmeyi
O öğretmese sevemezdim seni bile
İnan o tuttuğu için ellerimden
Yürümeyi öğrendim, koşabildim sana
Onun gözlerine benzediği için gözlerin
Alamadım gözlerimi senden
Sana aşığım, seni seviyorum
Sevdiğim ikinci kadınsın sen
Hayatım boyunca omuzumda taşıyorum onu
Ve sen her sabahımdasın
Kıskanma
Alfabede bile senin adının baş harfi ondan sonra gelir
Kalbim şimdi senin
Onun kadar sev beni kafi
O doğurdu, sen öldürme

13 Eylül 2010 Pazartesi

5 Adımda Başkalarının Acısı ile Yeni Bir Yönetim Şekline Nasıl Geçilir?

Çok kolay ve bir iki insan nesli kullanarak gerçekleştirlebilecek bir olayın başlığı her halde bu kadar uzun olmamalıydı. Kısaca 5 adımda yeni bir yönetim şekli nasıl gerçekleştirilir?


1- Karıştırmaya müsait bir toplum bulunur. Cehaletin ve en ufacık bir kıvılcım ile yangın çıkartabilecek gazı bulunan bir toplum olması tecrübe ile sabittir. Bu toplumun değerleri hiçe sayımalı ve bu değerler üzerinden siyasi bir hareket ile karışımın hammaddesi hazırlayacağımız kaba alınmalıdır.
2- Bu hammade ile toplum içersinde gerekli tepkimeleri sağlayacak katkı maddeleri serpiştirilir. Gerekli süre (bu süreç 5 ile 10 yıl arasıdır) hammade ile katkı maddeleri karıştırılır. Bu karışım sonucunda kabın içersindeki ortama darbesel bir gaz çıkar ve toplum kaosa sürüklenir.
3- Kaos süreci yaklaşık 20-25 yıl sürer ve uyutma süreci baş gösterir. Bu süreç içerisinde ortamda ufak tefek darbesel ve krizsel gazlar çıkar. Çıkan bu gazlar toplumun uyuma sürecindeki hızlanmaya katkı sağlar.
4- Uyutma sürecinin bitmesinden sonra 5 yıllık bir "din"lenme süreci başlar. Bu süreç esnasında ortama gemicikleri, kiralık yalıcıklar ve tüccar zihniyeti olan insanlar girer ve toplumu "din"lendirirler. Bu sürecin sonunda toplumun kuralları yenilenir ve hâlka sorulur. Hâlk yeterince "din"lendiyse bu değişiklikler kabul edilir. Değişikliklerin içeriği kimseyi ilgilendirmez. Hatta biraz, değişiklikleri darbesel gaz kılıfı ile sunulması sonucu, teklifin tamamiyle kabul edilmesine yönlendirir.
5- Kabul edilen bu değişikliler sonucunda; 4. adımda ortama dahil olan insanlar artık kalıcı olur ve toplumun çoğunluğu kap içersinde "din"lenmiş bir şekilde yönetim şeklinin değiştiğini bilmeden sonsuza kadar yaşar gider...


Bir toplumun uyutulması için aptal olması gerekir. Aptallık ise o kadar kolay olacak bir süreç değildir. Üzerinde uğraşılması, yılların geçmesi gereken bir süreçtir. Bu sürecin yaratmanın tek yolu  toplumu cahil bırakabilmektir. Cehaleti getirmek ise çok basittir. Toplumu sürekli savaşlara, kendi iç çatışmalarına yönlendirmek durumu hızlandırır. Sonuç olarak aptallık bu toplumlarda kaçınılmaz son olacaktır. Aziz Nesin bu ülkenin %60'ı aptal derken bu süreçten bahsetmiş olmalıdır. Emile Zola ise bu durumu en güzel özetleyenlerdir:


 ''Çocuk beyinliler, cesaretsiz yürekler, uşaklık ve yoksulluk içinde kıvranan bu zavallı sade insanlar, yalancıların, sahtekarların, kamuoyu avcılarının kurbanıdır. Dünyanın efendileri; yani dinler, imparatorluklar, krallıklar saltanatlarını, çalıp çırptıkları, köleliştirdikleri insanların beyinlerini uyuşturarak sürdürüyorlar. Ama bilincin bu uyurgezerliğini, halkın bilincinin bu uyuştukluğunun köklerini daha başka nedenlerde de aramak gerekir. Yığınların böylesine kolaylıkla teslim olması, zehirlenmesi için direnme gücünü bütünüyle yitirmesi gerekir. Zehir özellikle cahiller, bilmeyenler, eleştiriden yoksun beyinlerde etkisini gösterir. Bunca acının ve haksızlığın, alçaklığın temeli, tarihin nice çirkeflikler ve cinayetler arasında ışığa doğru usul ve hantal adımlarla ilerleyen insanlığın büyük acısının ilk ve tek nedeni bilgisizlik değil midir? Halkların kurtuluşu ve kitlelerin köklü eğitimi her şeyden önce bilgisizliğin ortadan kaldırılmasına bağlıdır...'' 


Sonuç olarak; demokrasilerin tam manası ile çalışabilmesi için toplumların belli bir bilinç mekanizmasına kavuşabilmesi gerekir. Bu rejimi benimseyen yöneticilerin alt yapıyı hazırlaması gerekmelidir ki, demokrasi işleyebilsin. Demokrasi kazandığını bahsedip sevinen insanlar bu bilgiyi gözardı etmeden tekrar sevinç nidalarını atmalıdırlar. Tabi o sevinç nidası ise...







7 Ağustos 2010 Cumartesi

Lagaş

Burası Lagaş...
Tarih daha henüz yazılmamış.
Üzülerek görüyorum seni.
Sanki seni...
Bakıyorum öylece ben gibi.
Tarih öyle not edecek beni.
Dönüp bakmıyorsun Lagaşlı kadın.
Geleceği gören Lagaşlı...
Burası Lagaş...
Tarih daha henüz yazılmaya başladı.
Peşine düştüğümü yazdılar.
Gözlerine takılıyorum.
Girsu'dan gelen ilahi bir kudret.
Dönüp bakmıyorsun Lagaşlı kadın.
Geleceği gören Lagaşlı...
Burası Lagaş...
Tarih tüm iştihamı ile yazılmakta.
Kuşlar haber uçurdu krallara.
Kapattı bilgilerimi prens Gudea.
Lagaşlılar çevreledi etrafımızı.
Yok oldu ilahi gözlerin.
Dönüp bakmıyorsun Lagaşlı kadın.
Geleceği gören Lagaşlı...
Burası Lagaş...
Tarih daha fazlasını yazamadı henüz...

5 Ağustos 2010 Perşembe

Emperyal Oteli [Attila İlhan]

ben hiç böylesini görmemiştim
vurdun kanıma girdin itirazım var
sımsıcak bir merhaba diyecektim
başımı usulca dizine koyacaktım
dört gün dört gece susacaktım
yağmur sönecekti yanacaktı
sameland seferden dönecekti
duvardaki saat duracaktı
kalbim kendiliğinden duracaktı
ben hiç böylesini görmemiştim
vurdun kanıma girdin itirazım var
emperyal otelinde bu sonbahar
bu camların nokta nokta hüznü
bu bizim berheva olmuşluğumuz
bir nokta bir hat kalmışlığımız
bu rezil bu çarşamba günü
intihar etmiş kötümser yapraklar
öksürüklü aksırıklı bu takvim
ben hiç böylesini görmemiştim
vurdun kanıma girdin itirazım var
sesleri liman sislerinde boğulur
gemiler yorgun ve uykuludur
sabahtır saat beş buçuktur
sen kollarımın arasındasın
onlar gibi değilsin sen başkasın
bu senin gözlerin gibisi yoktur
adamın rüyasına rüyasına sokulur
aklının içinde siyah bir vapur
kıvranır insaf nedir bilmez
otelin penceresinde duracaktın
şehri karanlıkta görecektin
karanlıkta yağmuru görecektin
saçların ıslanacak ıslanacaktı
kış geceleri gibi uzun uzun
tek damla gözyaşı dökmeksizin
maria dolores ağlayacaktı
istanbul'u yağmur tutacaktı
bütün bir gün iş arayacaktım
sana bir türkü getirecektim
kulaklarımız çınlayacaktı
emperyal oteli'nin resmini çektim
akşam saçaklarından damlıyordu
kapısında durmanı söylemiştim
yüzün zambaklara benziyordu
cumhuriyet bahçesi'nde insanlar geziyordu
tepebaşı'ndaki küçük yahudiler
asmalımesçit'teki rum kemancı
böyle rüzgarsız kalmışlığımız
bu bizim çektiğimiz sancı
el ele tutuşmuş geziyordu
gazeteler cinayeti yazıyordu
haliç'e bir avuç kan dökülmüştü
emperyal oteli'nde üç gece kaldık
fazlasına paramız yetmiyordu
gözlerin gözlerimden gitmiyordu
dördüncü gece sokakta kaldık
karanlık bir türlü bitmiyordu
sirkeci garı'nda sabahladık
bilen bilmeyen bizi ayıpladı
halbuki kimlere kimlere başvurmadık
hiçbiri yüzümüze bakmıyordu
hiç kimse elimizden tutmuyordu
ben hiç böylesini görmemiştim
vurdun .... kanıma girdin ..... kabulümsün.

3 Ağustos 2010 Salı

Akşam Yıldızı [Edgar Ellen Poe]

Yaz ortasındaydı
Ve geceyarısı,
Ve yıldızlar yörüngelerinde
Ölgün ölgün pırıldarken,
Daha parlak ışığında
Kendisi göklerde
Köle gezegenlerin arasında,
Işığı dalgalarda olan soğuk ayın.
Soğuk tebessümüne dikmiştim gözlerimi
Fazlasıyla - fazlasıyla soğuktu benim için
Derken kaçak bir bulut,
Geçti örtü niyetine,
Ve ben sana döndüm,
Mağrur akşam yıldızı.
Senin ışığın daha değerlidir benim için.
Çünkü yüreğime mutluluk verir
Göklerdeki gururun geceleri,
Ve daha çok beğenirim
O alçaktaki daha soğuk ışıktan
Senin uzaktaki ateşini.

1 Ağustos 2010 Pazar

Vincent M. or P. [Tim Burton]

vincent malloy 7 yaşında
her zaman naziktir ve durur sözünde

onun yaşındaki bir çocuk için çok düşünceli ve iyi
ama olmak ister tıpkı vincent price gibi

kardeşi, köpeği ve kedisiyle memnun yaşamaktan
halbuki daha çok hoşlanır örümcek ve yarasalarla aynı evi paylaşmaktan

onu bekleyen korkular üzerine düşünebilirdi bu evde
ve gezebilirdi karanlık hollerde, yalnız ve acılar içinde

iyi davransa da ziyarete gelen halasına
müzesine koymak için onu balmumuna daldırdığını düşler aslında 

sever deneyler yapmayı köpeği abacrombi üzerinde
bir zombi yaratma ümidiyle

ki korkunç zombi köpeğiyle birlikte
kurban arayabilsin londra'nın sisli sokaklarında kendine

düşünceleri sadece iğrenç suçlar üzerine değil
resim yapmayı ve kitap okumayı sever, vakit geçirmek için

cin ali'ye bayılırken öteki çocuklar
edgar allen poe, onun en sevdiği yazar

bir gece korkunç bir hikaye okurken
bir haber gördü onu bembeyaz kesen
canlı canlı yanan güzel karısının
acısına dayanamayıp ölen bir adamın

öldüğünden emin olmak için, mezarını kazıp çıkardı
fark etmedi ki o mezar, gerçekte annesinin çiçek tarhı 

annesi vincent'ı, gönderdi odasına
biliyordu ki kaleye mahkum ediliyordu aslında
hayatının kalan kısmını mahkum olarak geçireceği
güzel karısının bir portresiyle tek başına

kapatıldığı kalede yalnız ve delirmişken
annesi belirdi odada birden
“istersen çıkıp oynayabilirsin dışarıda
çok güzel ve güneşli bugün hava”

konuşmaya çalıştıysa da olmadı vincent
zayıf düşürmüştü onu, yıllar süren mahkumiyet

o da karaladı kalemle bir parça kağıda:
“bu ev bana hükmediyor ve çıkamam artık asla!”

“ne mahkumsun ne de yarı ölü” dedi annesi
“oynadığın bu oyunlar... kafanda hepsi!

sen vincent price değil, vincent malloy'sun.
işkence altında değilsin, sadece küçük bir çocuksun.
yedi yaşındasın ve benim oğlumsun,
dışarı çıkmanı ve biraz eğlenmeni istiyorum!”

kızgınlığı geçip hole, dışarı çıktı
vincent yavaşça duvara yaslarken sırtını

oda dalgalanıp sallanmaya ve gıcırdamaya başladı
vincent'in cinneti zirvesine ulaştı

gördü zombi kölesi abacrombi'yi
ve mezarın ötesinden duydu karısının seslendiğini

tabutundan konuşup dile getirdi korkunç bir isteği
uzanırken çatırdayan duvarlardan iskelet elleri

rüyalarından emekleyip çıkan tüm korkuları
çevirdi korkunç çığlıklara, çılgın kahkahalarını

delilikten kaçabilsin diye kapıya uzandı 
kendisi ve zombi köpeği

ama sendeleyip yere cansız uzandı
sesi yumuşak ve yavaştı
edgar allen poe'nun “kuzgun” şiirinden 
bir alıntı okurken: 

"ve içimden çıkıp yerlerde sürüklenen gölge ruhum
kaldırılamaz bir daha -- asla!"

Hikayelerin Perisi

Oyuncak hikayelerini tekrar başlatmanın yolu,
Lunaparkların seninle olmasıdır;
Ey! hikayelerin perisi.

Atlı karıncaların o yavaş hareketlerinde
Ya da o en hızlı arabaların dönmesinde,
Anlatılacak elbet tekrar hikayeleri...
Lunaparklarda gerçek bir sen;
Ey! hikayelerin perisi.

Çok yüksek burası, rüzgar var serin,
Ani bir ivmelenme, düşüyoruz aşağı...
Çığlıklar arasında anlatılan hikayeleri...
Lunaparklarca bilinen bir sen;
Ey! hikayelerin perisi.

Mide kasılmaları bu andan itibaren
Baş dönmesiyse en başından bilinen,
Çıkarken ezberletildi hikayeleri...
Lunaparklarca özlenilen bir sen;
Ey! hikayelerin perisi.


17 Temmuz 2010 Cumartesi

Hepsi Bu [Yılmaz Erdoğan]

değişen ben değilim
dönüşen savaş
yaşlanmakla ıslanmak aynı şey

bir yağmurun gölgesinde ihtiyarlamak

şimdi ölüm bile yetmiyor acılarımızı tartmaya
dostlar alıngan bir sahili pinekliyorlar
bir merhaba'yı bıçaklar gibi artık selamlaşmalar..

değişen ben değilim
dönüşen savaş

artık zaman bile yetmiyor yaşadığımızı sanmaya
yine de ışıklar bu kenti güzelmiş gibi gösteriyor
geceleri...

geceler..yani ahmet haşim'in kafiyeleri
''seni aklima düşüren yer çekimi değil
yalanci yildizlar
öyle uzaksin ki
üflesem soğuyacaksin
sarilsam okyanus''
bir aşka yetecek kadar
ve anımsatacak kadar sebepsiz bir ölümü
acılarımız ve kafiyelerimiz var...
işte hepsi bu kadar...

4 Temmuz 2010 Pazar

[Bana Şans Dile]

Hatırladığım bir karanlıktı önce
Beni göremeyişin,sana uçamayışım..
Bilmem, belki de öğrenemedi kanatlarım

Karanlıktaydım önce
Ben, ışığını arayan pervane...
Sesini duyuyorum, seni bulamıyorum
Elini uzat, tam burdayım

Seni arıyorum, hiç durmadım ve yorgunum
Bak, tam burdayım
Bırak artık omzuna konayım

Işıklar pervanelerin ölümüymüş derler..
Derler ki gözlerini kör edermiş hareler
Hiç görmedim ki ışığını, nasıl kör olayım?
Bak, tam burdayım, bırak omuzuna konayım...

29 Haziran 2010 Salı

Plaka

Çok ağladım sanırım ben,
Kalmadı tek damla göz yaşı.
Akmaması daha da şişirdi,
Yürekteki bozukluğun ritmini.
Şimdi peşine mi düşmeli,
O peşinden koştuğum meslekliye?

Ah gülüyordur şimdi eserine,
Eminim umursuzdur sözlerime.
Peki ne nedir bu cümlelerde?
Her şehirde plakadır gözlerime.
Susuyorum şimdi yine her zamankine,
Dostlarım nefreti aşılarken yüreğime,
Dönüp dostlaştığında nefretime...
Bense habersizim her seferine,
Giriş çıkış plakalarının şehre...

18 Haziran 2010 Cuma

Sisler Bulvarı [Attila İlhan]

Elinin arkasinda günes duruyordu
Aylardan kasimdi üsüyorduk
Agacin biri bulvarda ölüyordu
Şehrin camlari kaygisiz gülüyordu
Her köse basinda öpüsüyorduk

Sisler bulvarina aksam çökmüstü
Omuzlarimiza çoktan çökmüstü
Kesik birer kol gibi yalnizdik
Daglarda ates yanmiyordu
Deniz fenerleri sönmüstü
Birbirimizin gözlerini ariyorduk

Sisler bulvar’inda seni kaybettim
Sokak lambalari öksürüyordu
Yukarida bulutlar yürüyordu
Terkedilmis bir çocuk gibiydim
Dokunsaniz aglayacaktim
Yenikapi’da bir tren vardi

Sisler bulvari’nda ölecegim
Sol kasigimdan vuracaklar
Bulvar duraginda düsecegim
Gözlüklerim kirilacaklar
Sen rüyasini göreceksin
Çiglik çigliga uyanacaksin
Sabah kapini çalacaklar
Elinden tutup getirecekler
Beni görünce tas kesileceksin
Aglamayacaksin! aglamayacaksin!

Sisler bulvari’ndan geçtim sirilsiklamdi
Islak kaldirimlar parliyordu
Durup duruken gözlerim daliyordu
Bir bardak sarabda kayboluyordum
Gece bekçilerine saati soruyordum
Evime gitmekten korkuyordum
Sisler bogazima sarilmislardi

Bir gemi beni afrika’ya götürecek
İsmi bilmem ne olacak
Kazablanka’da bir gün kalacagim
Sisler bulvari’ni hatirlayacagim
Kirmizi melek sarkisindan bir satir
Lodos’dan iki
Senin kirpiklerinden bir satir
Simsiyah bir satir hatirlayacagim
Seni hatirlatanin çenesini kiracagim
Limanda vapurlar uguldayacak

Sisler bulvari bir gece haykirmisti
Agaçlari yatiyordu yoksuldu
Bütün yapraklari sararmisti
Bütün bir sonbahar aglamasti
Aglayan sanki istanbul’du
Öl desen belki ölecektim
İçimde biber gibi bir kahir
Bütün siirlerimi yakacaktim
Yalnizlik bana dokunuyordu

Eger sisler bulvari olmasa
Eger bu sehirde bu bulvar olmasa
Sabah ezaninda yagmur yagmasa
Şüphesiz bir delilik yapardim
Hiç kimse beni anlayamazdi
On beş sene hüküm giyerdim
Dördüncü yilinda kaçardim
Belki kaçarken vururlardi

Sisler bulvari’ndan geçmedigin gün
Sisler bulvari öksüz ben öksüzüm
Yagmurun altinda yalnizim
Agzim elim yüzüm islaniyor
Tren düdükleri iç içe giriyorlar
Aklimi fikrimi çeliyorlar
Aksaray’da isiklar yaniyor
Sisler bulvari ayaklaniyor
Artik kalbimi susturamiyorum

31 Mayıs 2010 Pazartesi

Yansın Mektuplar

Kaybetti insanoğlu haklıyı ararken yine.
Kim haklıydı peki bu ölümlü dünyada?
İsyandan ölen ile öldürenin savaşı.
Peki çok mu temiz bu dünya?
Üzülmek bir çözüm mü?
Kınamak?
Kandırıldıysak peki bir şeyler uğruna!
İsyanımız saflıktan değil cahilliktense!
Unutuverir mi o zaman tarih sayfaları bizi?
Bağırır mısın tekrar yapma diye?
Susar mıyım yine uzaklarda diye?

Yaşamak insanlığa fazla geldiğinde,
Yok olsun tüm bu güzellikler.
Yansın dünya,
Yansın umutlar,
Yansın tazecik ağaçlar,
Yansın cahillik,
Yansın bilgelik,
Yansın mektuplar...

2 Mayıs 2010 Pazar

Ayrılık Acısı

Ayrılıklarda aşka dahilmiş derler
Mesela ayrıldin ondan,
Ama zaman zaman onun düşünüp yazdıklarını okuyorsun
Bakıyorsun aynı düşünceler var orada
Aynı film için izleme çabası...
Mesela ayrıldın ondan,
Aynı dönemde aynı kişilerin şarkılarını dinliyorsunuz.
Parlak kutudaki toy mühendislerin isyanı;
Yeter artık hiç bir şey eskisi gibi değil.
Ayrılıklarsa aşka dahil derler.
Ama ayrılık acısını aşka dahil etmezler.
Söz gelimi bir adım gelse, hissetsen.
Dönüp bakarsın umutla unutursun acını.
Sevinç göz yaşların sarar dört bir yanını.
O zaman ayrılık acısıda aşka dahildir.
Çekilmelidir, çekilecektir...

29 Nisan 2010 Perşembe

Morlar...

Morlar süsler her bahar
Dumanlı dağların berisindeki
Şehrin boğazının iki yakasını...
Morlar gelince şehre, içine akar
O erguvanların mis kokusu...
Morlar alır seni çok uzaklara götürür.
Dönüp bakarsın dumanlı dağlara.
Susarsın hatırlayınca arkasındakileri.
O an tekrar bakarsın o morlara.
Sonunda ise hep susarsın...
Hep susarsın...
Susarsın...

17 Nisan 2010 Cumartesi

Susmak Gerekir...

Görmek gerekir mi her zaman gerçekleri?
Peki, bilmeden yaşamak gerekseydi.
Anlamasaydık birbirimizi hiç bir zaman.
Kendi kendimize yeter miydi bu dünya?
Belki daha mı az ağlardı bu şarkılar?
Ya da olur muydu bu güzelim şarkılar?
Hatta susmak gerekseydi bağırırken.
Peki, bağırmak gerekirse susarken,
Vurmasa o sert cisimler yer yüzüne!
Kırmasak o mavi renkli devi.
Boşver söylediklerimi,
Önce kırmasaydık kendimizi.
Hatta susmak gerekir bağırırken.
Bilmemek gerekir gözleri ağlarken.
Düşünmemek en güzeli belki...
Kurtulması gereken bir yeryüzü varken.

16 Nisan 2010 Cuma

Seni Yaşamak [Behçet Necatigil]

Seni her özlediğimde sevgilim,
Gökyüzüne bakıyorum;
Göğün mavisinde gözlerini görüyorum çünkü.
Seni her özlediğimde bir tanem,
Denizlere bakıyorum.
Ufuğa bakınca mucizeni görüyorum çünkü.
Seni her özlediğimde bir tanem,
Kuşlara bakıyorum.
O kanatlardaki özgürlüğünü görüyorum çünkü.
Ve aşkım, seni her özlediğimde,
Adında isyan ediyorum.
Seni özlemek istemiyorum ben,
Ben seni yaşamak istiyorum,
Seni her özlediğimde sana bakmak istiyorum
Ve seni sende görmek sadece

8 Nisan 2010 Perşembe

Sana Giden Yollar Kapalı - Cemal Süreyya

Biliyorum sana giden yollar kapalı
Üstelik sen de hiç bir zaman sevmedin beni

Ne kadar yakından ve arada uçurum;
İnsanlar, evler, aramızda duvarlar gibi

Uyandım uyandım, hep seni düşündüm
Yalnız seni, yalnız senin gözlerini

Sen Bayan Nihayet, sen ölümüm kalımım
Ben artık adam olmam bu derde düşeli

Şimdilerde bir köpek gibi koşuyorum ordan oraya
Yoksa gururlu bir kişiyim aslında, inan ki

Anımsamıyorum yarı dolu bir bardaktan su içtiğimi
Ve içim götürmez kenarından kesilmiş ekmeği

Kaç kez sana uzaktan baktım 5.45 vapurunda;
Hangi şarkıyı duysam, bizim için söylenmiş sanki

Tek yanlı aşk kişiyi nasıl aptallaştırıyor
Nasıl unutmuşum senin bir başkasını sevdiğini

Çocukça ve seni üzen girişimlerim oldu;
Bağışla bir daha tekrarlanmaz hiçbiri

Rastlaşmamak için elimden geleni yaparım
Bu böyle pek de kolay değil gerçi…

Alışırım seni yalnız düşlerde okşamaya;
Bunun verdiği mutluluk da az değil ki

Çıkar giderim bu kentten daha olmazsa,
Sensizliğin bir adı olur, bir anlamı olur belki

İnan belli etmem, seni hiç rahatsız etmem,
Son isteğimi de söyleyebilirim şimdi:

Bir geceyarısı yazıyorum bu mektubu
Yalvarırım onu okuma çarşamba günleri

7 Nisan 2010 Çarşamba

Gerçek ve Doğru Her Zaman Aynı Olmayabilir

İlginç bir şekilde bugünlerde izlediğim dizi ya da filmlerde Türkiye yakın tarihinde önemli yere sahip iki olay, küçük bir şekilde işlenmekte. Konu içersinde küçük bir olay gibi gözüksede, konunun temelleri arasında olduğu anlaşılıyor. Tabi genel olarak eleştiriler direk olarak "Türk'ün Türk'ten başka dostu yok." şeklinde oluşmakta. Bu zaten olması gereken bir süreç.

İlk olarak gururla övündüğüm ve övündüğümüz kurtuluş savaşı işlendi "The Pacific" adlı dizide. "The Pacific" Tom Hanks ve Steven Spielberg'in ortak bir projesi olarak göze çarpıyor. Tom Hanks yapımcılığını, Spielberg ise yönetmenliğini yapıyor. Bu zaten bu diziyi izlemem için gayet makul bir sebep, ikinci sebebim ise her zaman merak duygusu oluşturduğu 2. dünya savaşı.

Dizinin 3. bölümünde Amerikan askerleri "Guadalcanal" adasında çok yoruldukları için dinlenmek üzere Avustralya'ya gönderiliyorlar. Tabi bir kahraman olarak karşılanıyor "Yankiler". Doğal olarak işin içine birkaç tutam aşk katılıyor. Askerlerden biri "Yunan" kıza aşık oluyor. Hatta ailesi ile tanışıyor. Bu tanışma esnasında kurtuluş savaşımıza değiniliyor. Bu aile eskiden "İzmir" sakiniymiş.Kurtuluş savaşı sonunda Türkler tarafından zorla evlerinden oldukları anlatılıyor. Önce Girne'ye kaçmışlar ordan da Avustralya...Bu konuda verilecek cevap direk olarak "siz Yunanlar sonradan gelip bizim yurdumuzu gasp ettiniz." oluyor. Ancak olayı o kadar basitleştiremeyiz. Sonuç olarak, bir savaş durumu söz konusu, ve ne yazık ki, bu dönemlerde hiç bir zaman kazananın ve kaybedenin olmamasıdır. Sonuç olarak, alt üst olan yaşamların anlatacak çok fazla hikayeleri olacaktır. Aynı durum Türkler'de de vardır doğal olarak.

İkinci olarak İstanbul Film Festivali'nde izlediğim "Suç Ordusu" filminde geçiyor. Fransız yapımı bir film, yine 2. dünya savaşında geçiyor ve bahsi geçen konu doğal olarak "Ermeni Meselesi". Film, Adıyaman doğumlu ve ailesi Türkler tarafından öldürülmüş, edebiyatçı Missak Manouchian'ın (Manukyan olarak okunuyor)savaş döneminde Almanlar'a ve onlar tarafından kilitlenmiş durumda olan Fransızlar'a karşı kominist mücadeleyi anlatıyor. Bu mücadelesine kominist Yahudiler'de katılıyor.

Ailesinin Türkler tarafından katledildiğini 3-4 kez dile getiriyor Missak. Bu sahnelerde salonda hafif hafif homurdanmalar yükseliyor. Bu konu çok hassas ve canlı bir konu olduğu için çok riksli. Yine savaş durumu, yine kazanan ve kaybeden, ve insanların o dönemlerden anlatacak çok hikayeleri var.

Anlatılan hikayelerde Ermeni ve Yunan iki aile ve bu iki ailenin başından geçen iki olay. İkisinde de Türkler'in iki ailenin hayatlarında büyük bir değişime neden olduklarından bahsediliyor. Bunların olup olmadığı konusuna girmeden, sonuçta bu filmlerin yazımında belli bir araştırma süreci geçmektedir. Bu bahsettiğim iki filmde gerçek hikayeler üzerinden kameraya alınmışlar.

Savaş anında insanlar ölmüşler, yerlerinden yurtlarından olmuşlar. Çok önemli bir sarsıntı yaşandığı aşikar. Tabi bu konuların, özellikle son bir kaç yıldır canlı tutulduğu için filmlerde bahsedilemesi gayet doğaldır. Bence burada asıl sorun konunun sadece Yunan ve Ermeniler'in tarafından işlenmiş olması. Doğrular ise anlatıcıların yorumuna süslenmiş olarak bize yansıyor. Bu yüzden anlatılanlara "Doğru" diyebiliyorum, "Gerçek" diyemiyorum. Türklerin gözünden bakılarak anlatılsa buda "Doğru" olacaktır. Çünkü "Gerçek" ve "Doğru" her zaman aynı olmayabilir. Gerçekler ise tarih araştırmalarında ve karşılıklı hoşgörü ile ortaya çıkacaktır. Şu an bilinen tek "Gerçek" ise, üst üste yaşanmış onca savaşın ardından hiç bir şeyin eskisi gibi olmadığıdır.

5 Nisan 2010 Pazartesi

Gecelerime...

Gündüzleri gelmeyeceksen,
Girme artık rüya diye gecelerime.
Ne susmaktır bu ayrılık,
Ne de anlamsız yazılan kelimeler!
İsyanım benim kendime,
Seninse haberin yok bende.
Gündüzleri gelmeyeceksen,
Girme artık rüya diye gecelerime.
Susmuştu savaş boruları,
Unutuldu, aldı yerini sirenler.
Geçmekte ömür siren seslerinde,
Yok bir haber sonrakinden.
Gündüzleri gelmeyeceksen,
Girme artık rüya diye gecelerime...

1 Nisan 2010 Perşembe

Ağaç Sakal'ın Şiiri [LOTR II]

Uyuyan yaprakların çatısı altında
Ve ağaçlar rüyalara daldığında
Ormanlık alanlar yeşil ve serinken
Ve rüzgar Batı'dayken
Bana geri dön...
Bana geri dön...

29 Mart 2010 Pazartesi

Anlatılmaz Hikayeleri

Yetmezdi geceleri uyumak için gözden akanlar
Uykuydu aslında onlar göz yaşı değil
Yetmezdi özlemek bir an olsun görmeyi
Yenilirdi ruhlar bunlar zaferden değil

Anlatmazdı büyükler artık oyuncak hikayelerini
Ölmüştü yazarı suskunluktan değil
Anlatmazdı küçüklere özlemenin anlamını
Saflıktı bu umut kaderden değil...

15 Mart 2010 Pazartesi

Tragedyalar III (Edip Cansever)

...

Birdenbire yapayalnızsanız her yerde
Ve bundan korkuyorsanız
En küçük şeylerden bile. Örneğin birine saati sorsanız
Karşıdan karşıya geçseniz bir caddede
Sesinizi alçaltıp dikkatle bakaraktan çevrenize
Biriyle bir şeyler konuşsanız
Ve her gün kitaplar, dergiler alsanız. Postacı her gün mektup getirse
Sözgelimi bir resmi dairede
Fazlaca oyalansanız
Şöyle bir iki otobüs kaçırsanız üst üste, neden olmasın
Kaldı ki, hiçbir şey yapmasanız bile
Tuhaftır
Sanki herkes kuşkuyla bakacaktır yüzünüze.

Ve işte bir lokantaya girdiniz, garsonla çene çaldınız
Şarapla yiyecek bir şeyler söylediniz, hepsi bu kadar

Biraz da güldünüzdü aklınızdan geçen bir şeye
Ya gülünç bir olaya, ya önemsiz bir söze
Ama az ötede düğmeleriyle oynayan
Ve yiyen tırnaklarını bir adam
Duraksız sizi izliyordur belki de.

Ya da bir dernekte üyesiniz, azıcık mutlusunuz
Ya da küçük bir memur bir banka servisinde
Durmadan suçlusunuz
Durmadan suçlusunuz
Durmadan suçlusunuz ve artık kendinizi
Gücünüz yok ödemeye.

Giderek siz oluyorsa bütün bir kalabalık
Yüzünüz yüzlerine benziyorsa, giysiniz giysilerine
Ansızın bir hastanın kendini iyi sanması gibi
Gücünüz yetse de azıcık bağırsanız
Bir yankı: durmadan yalnızsınız
Durmadan yalnızsınız.

...

23 Ocak 2010 Cumartesi

Bisiklet

Hep böyle mi olmalıydı
Uzun uzun keder,
Tek bir damla göz yaşı
Yersizliğinde gecelerin

Özlemiş olmak gibi birşeyleri
Hani adalarda bisiklet sürmek gibi
Ya da kaçmak milyonların önünden
Tek kişi görmesin gözlerimizi

Yaşlandık bu sefer, saçlarımız azaldı
Tek tek beyazladı hepsi belki
Sahte gerçeklerdi düşlediklerimiz
Ağlamak yetmedi diye belki

Susuyorum şimdi karanlıkta
Düşünmemek elde değil aydınlığı
Uyumak sesiz bir çığlık artık
Bir amacı kalmadığında sevginin

Devrik

Konuştuğun her cümlede
Yeni kelimeler geldiyse aklına
Devrildiyse cümlelerin

Bırakmadıysa tesadüfler peşini
Süslü püslü kaldırımlarda
Unutturduysa kendini sokaklarda

Dostlarına kapattıysan kendini
Nefes almak için bile iştahsızsan
Uyku bile kesmiyorsa artık seni

Kaybolmuştur ruhun derinliklere
Çıkarılmayı bekleyecektir yine
Çökecektir özlediklerin dönmedikçe
Gülücükler rüyana gelmedikçe